Salgınlar Çağı: Pandemide Sağlık programının 1 Temmuz 2021 tarihli nüshasına konuk olan Haluk Çalışır, COVID-19’un bulaşma yollarını anlattı, Osman Elbek ise tam açılma öncesi Türkiye’deki son durumu aktardı.
(1 Temmuz 2021 tarihinde Açık Radyo’da Salgınlar Çağı programında yayınlanmıştır.)
Ömer Madra: Günaydın Osman Bey, Haluk Bey.
Osman Elbek: Günaydın.
Özdeş Özbay: Günaydın, merhabalar.
OE: Aslında bugün Kayıhan mazereti nedeniyle olamayacak o yüzden sevgili dostum Haluk Çalışır’ı davet ettim. Haluk, Açık Radyo’nun izleyicilerinin tanıdığı bir isim. Akademisyenliğinde uzun süre verem gibi bir bulaşıcı hastalık üzerine yoğunlaşmıştı. Bu dönemde de SARS-CoV2 virüsünün bulaşma yollarını dikkatle izliyor. Aynı zamanda Toraks Derneği’nin –ki göğüs hastalıkları uzmanlık derneğidir- Çevre Sorunları ve Akciğer Çalışma Grubu’nda yürütme kurulu üyesi olarak katkı sunuyor. Hoş geldin Haluk.
Haluk Çalışır: Hoş bulduk Osman, merhabalar.
ÖM: Hoş geldiniz! Evet bugün tam açılma günü olan 1 Temmuz ve dünyada da tekrardan yükselen bu şeylerden bahsetmek gerekiyor varyant, özellikle delta varyantının yeni bir haber gördüm, Britanya’da hiç olmadığı kadar aylar öncesinde yükselen bir rakamdan bahsediliyor tekrar hem ölüm hem de bulaşı, vaka sayısı açısından.
OE: Çok haklısınız Ömer Bey. Bulaşma dinamiğine geçmeden genel bir dünya ve Türkiye fotoğrafı çekmek gerekirse dediğiniz gibi geçen haftayı dünya ne yazık ki vaka sayısında tekrar artışa girerek geçirdi. Ne iyi ki ölümler de dünyada global olarak azalıyor. Avrupa’daki vaka artışı daha belirgin. Ancak burada bir şeye dikkatinizi çekmek isterim: Afrika’da hem vaka hem ölümler %40’lara varan düzeyde artıyor; bu da aşısızlığa bağlı. Dünyadaki aşının eşitsiz dağılımı Afrika’da insanların ölümüne yol açıyor. Dünyada en çok vaka saptanan ülkeler arasında Rusya -ki bizim için çok kritik, dünyada dördüncü sırada. Türkiye’ye özellikle Antalya’ya gelen turist yükünü düşündüğümüz zaman Rusya’da salgın bizim açımızdan çok kritik. Ama Rusya geçen haftayı Avrupa’da ilk sırada geçti, %20’nin üstünde bir vaka artı mevcut. Arkasından hemen Birleşik Krallık geldi ki vaka artışı %50’leri aştı. Üçüncü sırada bir türlü düşüremediğimiz vaka sayısıyla Türkiye geliyor. Türkiye geçen haftayı 5500 küsur günlük vaka sayısıyla Avrupa üçüncüsü olarak geçirdi. Ölümlerde de Avrupa’da Rusya’nın arkasından günlük 57 kişinin vefatla Türkiye ikinci sırada. Özetle hâlâ kontrol altına alamadığımız bir salgın var. 19-25 Haziran döneminde haftalık açıklanan Türkiye il panoramasına baktığımız zaman temel üreme katsayımız zamana uyarlı olarak 1’e çok yakın: 0,98. Yani salgın her an elimizden kaçacak düzeyde. Ne yazık Ağrı, Eskişehir ve Kütahya 100 binde 100’ün üstünde yani çok yüksek riskli 3 il konumunda. 29 il ise hâlâ yüksek riskte. Türkiye nüfusunun kabaca yarısı yüksek risk veya çok yüksek riskli illerde yaşıyor. Daha da sıkıntılı bir tablo, bir önceki haftaya göre 31 ilde geçtiğimiz hafta vaka sayısı arttı. Delta varyantı da 26 ilde görüldü, toplam 224 vakayla bugün itibariyle Türkiye’de. Adana, Hatay, Adıyaman ve Osmaniye dışındaki hiçbir ilde salgının kontrolünün olmadığını söylemek lazım. Haziran ayına baktığımız zaman ise ağır hastadaki düşüş oranımız bir önceki aya göre yarı yarıya azaldı. Aktif vaka yani iyileşmiş hastaları ve vefat etmiş hastaları çıkardığımız zaman geriye kalan hasta yükümüzde ise azalış durdu. Yani bu hafta itibariyle Türkiye salgında bir platoya ulaştı, azalmıyor artık vaka sayımız. Geçmiş deneyimlerimiz gösteriyor ki her platoyu bir yükseliş izledi, bu dönemde de zannederim böyle olacak. Çünkü dediğiniz gibi bugün 1 Temmuz ve “müzik yasağı” haricinde her şey serbest Türkiye’de. Müzik dinlemek gece 12’den sonra hâlâ yasak biliyorsunuz. Son olarak aşı konusunda da bir iki vurgu yapıp bulaşma dinamiği tartışmasına geçmek isterim. Türkiye’de %18 tam aşılı insanlar, dünyada yaklaşık %20 oranında. Türkiye’deki %18 aşı tam aşılı, tam korunmaya karşılık Birleşik Krallık’ta %48, ona rağmen Birleşik Krallık’ta vakaların arttığına dikkat çekmek lazım. Ancak en azından ölümcül olmadığını vurgulayabilirim aşının yaygın olarak kullanıldığı ülkelerde. Geçtiğimiz haftada Türkiye’de günlük aşı yapma hızımızda bir düşüş oldu bir önceki haftaya göre. Yine iller ve bölgeler arasında eşitsizlik devam etmekte ve bir üçüncü doz aşı izni veya uygulaması çıktı dün akşam. Burada ciddi bir kafa karışıklığı var. Hemen ifade etmek gerekir ki iki doz Biontech aşısı yapılmış insanların bugün itibariyle üçüncü doz aşı yaptırmaması gerekiyor. Bu üçüncü doz sadece ilk iki dozunda koronavac dediğimiz ölü virüs aşısı yapan kişiler için geçerli. Çünkü Coronavac Biontech’ten farklı olarak daha düşük antikor dozu oluşturuyor ve zaman içerisinde ki iki doz koronavac olanların -ki yaklaşık beş ay oldu ve hatta altıncı ayı tamamlayanlar var- antikor düzeyi özellikle delta varyantı için koruyucu sınırların altına düşmeye başladı. Bu yüzden iki doz Coronavac olan kişiler bugün itibariyle gönül rahatlığıyla bir doz özellikle Biontech’i mRNA aşısı olarak önermek isterim. Ancak iki doz Biontech’i bir nedeniyle olmuş kişiler üçüncü dozu yaptırmamalı. Her ne kadar dün akşam sağlık bakanı ilk iki dozu ne yaparsanız yapın üçüncü dozu biz yapacağız dese de böyle bir bilimsel veri yok. Bu cümlenin altında yatan temel nokta “Neden Türkiye Coronavac aşısıyla başladı ki altıncı ayda üçüncü doza ihtiyaç oldu” tartışmasını kamuoyundan saklamak için böyle bir argüman ifade ediliyor. Ancak bu bilimsel bir yaklaşım değil. Türkiye’de iki doz Coronavac aşısı olanlar istedikleri üçüncü doz aşıyı tercih edebilirler, bu “uzman görüşü” ışığında bilimsel bir yaklaşımdır ve tercihlerinin Biontech olmasından yana olurum. Ama ilk iki dozunda bir biçimde Biontech olan kişiler için üçüncü doza hiç gerek yok. Bu üçüncü doz aşıda bir noktayı daha vurgulamak isterim; ilk iki dozunu yapmamış insanlara haksızlık olmaması açısından: bundan sonra Türkiye’nin “şu aşıyı bulamadım” gibi bir lüksünün olmadığının altını da bugünden çizmemiz lazım.
ÖM: Ben bir şey sorabilir miyim?
OE: Buyurun.
ÖM: Koronavac aşısı derken Sinovac’ı da kastetmiş oluyoruz değil mi?
OE: Sinovac aslında firmanın adı, şirketin adı, onun ürettiği aşı Koronavac, o yüzden Çin aşısı diye belki yanlış bir tercüme olarak dilimize girmiş. Ölü virüs aşısını olan, iki dozunu olan kişiler bugün üçüncü doz aşıyı güvenle olabilirler.
ÖM: Evet, onu da Biontech tercih edilmeli diyorsunuz.
OE: Evet yüksek antikor cevabı açısından. Bizim bugün biraz bulaşmayı tartışma nedenimiz aslında Avustralya. Çünkü Avustralya bildiğiniz gibi salgını çok iyi yöneten bir ülkeydi ancak şu dönemde özellikle delta varyantıyla salgın Avustralya’da artışa geçti. Avustralya bizden farklı olarak filyasyon yapıyor. Türkiye ise temaslı taraması yapıyor, filyasyon yapmıyor. Yani Avustralya sıfırınca vakaya ulaşıyor. Avustralya’nın filyasyon sürecinde saptanan iki tane kaynak olgu oldu. Biri limuzin şöförüydü. Yurt dışından gelen kişiler Avustralya’da çok iyi kontrol ediliyor ama bir dönem bizde de olduğu gibi TIR şoförleri gibi şoförlere ciddi bir PCR uygulaması yapılmadı. Bu limuzin şoförünün PCR’ının pozitif olduğu ve Avustralya’da pek çok insanı enfekte ettiği ortaya çıktı. İkinci olgu daha kritik: yurt dışından Avustralya’ya gelip karantinaya giren bir kişide virüs karantina ortamında otelin havalandırma sisteminden virüsü aldı. İşte bu durum sevgili Haluk’u da davet etmemizin nedeni oldu. SARS-CoV-2 gerçekten sadece damlacık yoluyla mı bulaşır? Yoksa klima ortamları bulaşmayı sağlıyor mu? Yani başka bir bulaşma biçimi daha var mı? Bu konudaki görüşlerini özellikle Haluk’un duymak ve dinleyicilerimize aktarmak isterim. Ne dersin Haluk?
HÇ: Osman teşekkürler, salgının başından beri dünyada ve ülkemizde hastalıktan korunmadaki temel strateji hastalığın belirli bir mesafe, işte 1,5 ya da 2 metre rakamlar değişiyor ama bu mesafe içerisinde bulaşabildiği, bunu damlacık mekanizmasıyla izah ediliyordu ya da damlacık bulaş diye tanımlanan bulaşma mekanizmasıyla tanımlanıyordu. Yüzeylerden bulaşma diye tanımlanıyordu, bütün önlemler de bunun üzerine alındı. O yüzden ‘maske, mesafe ve hijyen’ diye bir slogan ortaya çıktı. Bütün dünyadaki stratejilerde aslında bunun üzerine kuruldu. Herhangi bir işyerinde çalışanlar arasına belirli bir mesafeyi koyduğu zaman işveren orayı güvenli bir işyeri olduğunu düşünüyordu ve çalışanlar burada rahatlıkla çalışabilecek diye bir argüman söz konusuydu. Oysa hayat bize böyle olmadığını gösterdi. Bu bulaşma mekanizmalarıyla ilgili olarak tıp dünyası dışında özellikle atmosfer üzerine çalışan çok sayıda bilim insanı laboratuvara girdiler, ağzımızdan çıkan küçücük damlacıkları ya da aerosol diye tanımladığımız küçücük hava içerisindeki yüzen parçacıkların davranışlarını çok ileri tekniklerle incelediler ve gösterdiler ki bu 1,5 metrelik mesafe yeterli bir mesafe değil. Kapalı bir ortamda bir insandan çıkan virüs içeren bir partikül uzun mesafelere gidebiliyor, 8-10 metre gibi mesafelere gidebiliyor. Hele ki oda havasında bir süre kaldıktan sonra bu virüs yüklü parçacıklar biriktiğini ve odaya giren başka insanları da hastalandırabilmekte olduğunu gördüler. Tabii gerek Yeni Zelanda gerek Avustralya karantina proseslerini çok ayrıntılı şekilde uygulayan ülkelerden. Buradan çıkan bazı deneyimler bize bu şeyin ki oradaki ana temel kişileri bir odaya izole etmek, başkalarıyla hiç görüştürmemek temas, maske, mesafeyi korumak idi. Ancak hiç birbirleriyle teması olmayan kişiler arasında da genetik analizleri de yaparak bir kişiden başka bir odada kalan bir kişiye hastalık bulaştığını gösteriyor. Bu daha önceki diğer elde olan kanıtlarla beraber bütün ortamı sarsan ve bütün bilim dünyasının yüzüne gerçek bulaşmayı gösteren yansıması şeklinde oldu. O yüzden maske, mesafe tamam bunlara uyalım ama yeterli değil. Ortam havalandırılmasının da çok önemli olduğunu artık biliyoruz. Bu gerçeği mayıs ayında ve nisan ayında DSÖ ve CDC -ki bütün dünyadaki bu alandaki yaklaşımları belirleyen kaptan köşkleri diye tanımlayabileceğimiz ana yapılar sağlık açısından- onlar da artık kabul ettiler. O yüzden artık bütün bulunduğumuz yerlerde havalandırmanın ne kadar önemli olduğunu ortaya koymak ve buna göre önlem almak durumundayız. Sadece bir örnek vereyim size: Yeni Zelanda bu karantina kuralını yani ülkeye girenlere yönetilmiş karantina uygulaması yapıyor. Sadece kendi ülkesiyle bağlantısı olan yurttaşlarını alıyor çalışma izni olan, diğerlerine kapattı kapılarını. Mart 2020’de başlamışlardı uygulamaya, bugüne kadar 149 bin 800 kişiyi karantina altına almışlar, dün itibariyle baktım Yeni Zelanda sağlık bakanlığının sitesine -oralardan böyle nedense güzel veriler alınabiliyor bu tür veriler- 1030 kişide karantina süresinde hastalık ortaya çıkmış. Şimdi bunları görünce insanın yüreği biraz yanıyor. Çünkü bizim ülkemiz de delta varyantıyla yeni bir döneme girdi ve toplumun maalesef %18’i ve hatta daha azını söylemek lazım Osman, çünkü daha önce yapılmış aşılamanın bu delta varyantına karşı koruyuculuk oranını bilmiyoruz ya da çok düşük olduğu söyleniyor.
OE: Evet.
HÇ: Gerçekten bu yeni aşıyla beraber çift aşı yapılmış toplum çok küçük bir kısmını oluşturuyor. Dolayısıyla sanki az gittik uz gittik döndük baktık arkamıza bir arpa boyu yol gitmişiz gibi bir duygu söz konusuyken, yani deltayla toplum karşı karşıya iken biz bütün kapılarımız açık. Özellikle delta varyantının çok yoğun olduğu Birleşik Krallık ve Rusya gibi ülkelerden yolcular, seyahat kabul ediyoruz. Topluma delta varyantının girmesini kapılarımız açık, ellerimiz kollarımız bağlı seyreder bir vaziyette bekliyoruz. O yüzden eğer hızlı bir aşılamayla çift doz bu yeni mRNA aşısıyla toplum hızlı bir şekilde aşılanmaz ise biz tekrar bir sene önceki durumları maalesef yaşarız gibi bir karamsar öngörü yapmak olası.
ÖM: Ben bu noktada bir şey sorabilir miyim izninizle?
HÇ: Tabii.
ÖM: Yani bunu medyada neden bu netlikte gösteren haberler, haber programları, yazılar fazla rastlanmıyor. Bir de o var, yani genel olarak yetkililerin anlattıkları şeylerden görüyoruz ki işte sağlık bakanlığının ve diğer yetkililerin açıklamalarından “belli bir güvenilirlik düzeyine ulaşıldı, aşı da var, her şey yolunda, delta gibi şeylerin artması gibi durumlar olsa bile sağlıklı ve iyi bir durumdayız. Gelecek parlaktır” deniyor. Bunun üzerinden mesela iktidara yakın medyayı kastetmiyorum ama bunun, bütün bu netliği biraz önce gerek Osman Elbek’in gerekse sizin anlattığınız netlikte konmadığını görüyoruz ve bu endişe verici bir başka hal meydana getiriyor bence.
OE: Hatırlatmak isterim, Bilim Kurulu üyelerinden kimisi dahi pek çok bilim insanı Kurban Bayramı’na kadar toplum %70’i aşılanmadığı sürece ciddi bir riskin olacağını, bayrama herkesin birbirinden uzak durması gerektiğini ve toplumun %70’i aşılanana kadar önlemleri aynen devam ettirmeyi vurguluyor. Ama bildiğiniz gibi bu ülkenin ne yazık ki geldiği ‘demokratik ortam’ farklı bir şeyi söyleyen, gerçeklere sırtını dönmeyen insanların sözlerinin geniş kitlelere yayılmasının önünde temel bir engel. Bu vesileyle Haluk’a sormak isterim: Anlattıklarına göre özellikle havada asılı kalan partiküller aynı verem, kızamık virüsü gibi uzak yerlere yayılıyorsa, klimatize ortamlar, alışveriş merkezleri, plaza binalarda çalışanlar, akıllı bina diyerek penceresi olmayan klimatize ortamlar, akıllı hastaneler diye geçen penceresi açılmayan hastaneler aslında bu virüslerin yayılması için çok elverişli bir ortamı sağlıyor değil mi? Buralarda pencere açmak da mümkün değil, havalandırmadan kastettiğin çünkü doğal havalandırma değil mi Haluk?
HÇ: Evet bu tür binalarda “akıllı” diye tanımladığımız binalarda binayı kapalı bir kutu gibi düşünüp içerisine bir havalandırıcı mekanizma, mühendislik ürünü bir mekanizma kurarak dış ortamdan havayı alıp iç ortamın havasını temizleyip ısıtmak ya da soğutmak amaçlanır. Tabii ki koskoca bir AVM’yi düşünürseniz bunun içerisindeki havayı ısıtmak ya da soğutmak çok büyük bir enerji maliyeti gerektiren bir işlem. Bunun için de pandemi öncesi dönemde tüm havayı ısıtmak ya da soğutmak yerine belirli bir kısmının, ısıtmış oldukları bir kısmının ki çoğunluk %75 civarındadır, havayı içeride muhafaza edip %25 hava dışarıdan çekerek iç ortamda %25’lik kısmını soğutup ya da ısıtmak temel amaçtır. Burada pencere açılırsa binanın soğutma ya da ısıtma mekanizması, bütünlüğü bozulacağı için bütün pencereler kapalıdır, hatta döner kapılar ya da bu açılır kapanır kendiliğinden olan kapılar vardır ki binanın dış ortamla bağlantısı kesilsin diye bir şekilde pencere ve kapılar açılmaz. Tabii buradaki mesele şudur: içerideki havanın bir saat içerisinde normal koşullarda 4 ila 6 kez bütün havasının değişmesi gerekir ama eğer COVID söz konusuysa bu havalandırma miktarı yani saatteki 4-6 diye tanımladığımız havalandırma oranını 12’ye çıkarmak gerekir ve %100 havayı dışarıdan almak gerekir. Salgın öncesi dönemde %75 havayı ısıtıp ya da soğutma dahi yapmaz iken yani bütün enerjinin sadece %25’e kısıtlamışken, şimdi %100’e çıkartmak zorundasınız. Dolayısıyla 3-4 kat arttırmak durumundasınız harcadığınız enerji miktarını. Bunu hangi AVM işletmecisi, hangi hastane işletmecisi sağlayabilir? Bunu sizlerin takdirine bırakıyorum. Öte yandan akıllı hastanede çalışan doktorlar olsun, AVM’lerde ve plazalarda çalışan insanlar olsun çalıştıkları kurumun havalandırma miktarından, oranından bihaberler. Çünkü böyle bir mekanizma yok. Bunları izleyen bir kamusal idare de yok. Filanca AVM’nin saatte hava değişim hızı şu kadardır ve dışarıdan %100 havayla beslenmektedir ya da şu filtrasyon işlemlerinden geçirilmektedir diye kamunun denetimine açık mekanizmamız söz konusu değil. Bunlar sadece oraların işletmecilerin kâr beklentilerinin doğrultusunda gerçekleşmektedir. Gözle de görülen bir durum değil maalesef.
OE: Haluk, bir de son olarak, programın sonuna doğru geliyoruz, buradaki çalışanların sağlığı açısından, iş güvenliği açısından tıbbi maske dışı bir maske tercih edilmesi daha koruyucu olabilir mi? İşçi sağlığı, çalışan sağlığı güvenliğinin bir politikası olarak tıbbi maske dışında daha çok N95 dediğimiz virüslerin 95’ini tutan maskeler mi kullanılmalı çalışırken?
HÇ: Osman kesinlikle öyle olması gerekir. Kapalı alanlarda mutlaka N95 ya da PP2, PP3 diye tanımlanan, bunlar farklı standart sistem yani aynı şey ifade eden farklı tanımlamalardır, maskeler kullanmalı. Bu maskelerin yüzü ve ağzı kapayacak şekilde kullanılması gerekir. Çok kısa bir örnek vermek istiyorum, TTB sağlık çalışanlarının ölümlerini analiz etti ve ölümler hangi gruplar içerisinde oldu diye inceler. Çok ayrıntılı bir rapor hazırladı. Biz sağlık çalışanlarının ölümlerini yoğun bakım ünitelerinde, ağır hastalarla uğraşan sağlık çalışanlarının daha çok hastalanıp ölmesini bekleyebiliriz. Oysa daha çok aile ve iş yeri hekimleri ölmüş. Çünkü “eğer siz yoğun bir hastayla uğraşmıyorsanız normal cerrahi maske takın” diye öneri vardı. Muhtemelen bu arkadaşlarımız da başka önlemlerin eksikliği yanında normal cerrahi maske takmaktalardı. Yoğun bakımlarda çalışan arkadaşlarımız ise N95 ve söylediğimiz diğer maskelerden taktıkları için daha az kaybedildi. Diğer kapalı alanlarda, plazalarda, fabrikalarda ya da diğer toplu taşımada çalışan insanların da mutlaka N95 vb. maskeyi kullanması lazım havalandırma önlemlerinin yanı sıra.
ÖM: Galiba süreyi de bitirdik.
OE: Evet, hem müziğe gidelim hem de son bir cümleyi de okulların havalandırmasına dair bir şey söylemek ister misin? Sözü seninle bitirelim.
HÇ: Okullarla ilgili çok söz söylendi. Okullar vazgeçemeyeceğimiz yerler. Hastanelerden nasıl vazgeçemezsek, aile hekimlerinden nasıl vazgeçemezsek eğitimden de öyle vazgeçemeyiz. Bu kadar net. O yüzden okulları açık halde tutabilmek için çaba göstermeliyiz. Elimizde bilgi mevcut, en basitinden lütfen okullarda kapı ve penceleri ders sırasında mümkün olduğu kadar açık tutalım. Şimdiden Milli Eğitim Bakanlığı’yla birlikte çalışırsak biz çok rahatlıkla eğitim sürecini açık, çocukların eğitim hakkını sağlayabiliriz diye düşünüyorum.
OE: Müzik seçimi sendeydi bugün.
HÇ: Çok teşekkürler. Geçen programda siz Rogers Waters’dan, Pink Floyd’dan çaldınız. Biliyorsunuz Mark Zuckerberg, Roger Waters’tan The Wall albümünden bir parça istedi reklamlarda kullanmak üzere. Roger Waters da ona çok “okkalı” bir cevap verdi. O cevabı söylemeyeyim, “okkalı” sözcüğü ifade ediyor bu şeyi. O yüzden Roger Waters’a bir selam göndermek adına o albümden bir parça seçtim ben de: ‘Another Brick In The Wall’dan bir parça. Teşekkürler.
ÖM: Çok teşekkür ederiz.
ÖÖ: Çok teşekkürler.
ÖM: Görüşmek üzere.
OE: Görüşmek üzere.